Trompet Aylık Kültür Sanat Bülteni

Trompet Aylık Kültür Sanat Bülteni

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Antik Kentler : PERGE

MÖ 12. yüzyılda kuzey Anadolu’dan güney kıyılarına büyük bir Yunan göçü oldu. Bu gelenler bugünkü modern Antalya şehrinin doğusuna yerleştiler ve bu bölgeye  Eski Yunanca’da ‘Irkların Ülkesi’ anlamına gelen Pamphylia denildi. Perge şehrinin kuruluşunun da MÖ 7.yüzyıl olduğu tahmin edilmektedir ve Pamphylia bölgesinin önde gelen şehirlerinden birisidir. MÖ 333 yılında Büyük İskender’e direnmeyip teslim olduğundan yakılıp yıkılmamıştır.
Perge, Antalya’nın 18 km. doğusunda denizden 12 km. içeride olması bu kenti yaşadığı dönemde korsan saldırılarından korumuştur. Kestros ( Aksu )  Nehri’nin 4 km. batısında, iki tepe arasındaki geniş bir ovanın üzerinde kurulmuştur. Sütunlu cadde ve anıtsal çeşme, Agora (alışveriş merkezi) , Acropolis ( hisar ), Demetrios- Apollonios Zafer Takı, Bazalika, hamam, 12000 kişilik tiyatrosu, 27000 kişilik stadyumu ve şehir giriş kapılarıyla Perge ülkemizde bulunan antik kentlerin en göz alıcı olanlarından biridir. Ayrıca heykeltıraşlık okulu olduğu da bilinmektedir. Bu kentte bulunan bazı heykeller günümüzde Antalya Müzesinde sergilenmektedir. Heykeltıraşlıkta ve şehircilik anlayışında ne kadar ileriye gittikleri , mükemmellik sınırlarını zorladıkları görülmektedir. Aynı zamanda Pergeli kadınların şehir yaşamında aktif olarak her alanda yer aldıkları da bilinmektedir.
İlk arkeolojik kazılar 1946 yılında İstanbul Üniversitesi tarafından başlatılmıştır. Dönem dönem bu çalışmalar devam etmektedir.
Unesco tarafından Geç Klasik, Helenistik ve Roma İmparatorluğu dönemine ait en önemli şehirlerinden biri olarak belirlenmiş olup 2009 yılında Dünya Miras Listesi adaylığına alınmıştır. 

Ayın Filmi : Daha İyi Bir Dünyada

   Orjinal adı: Hævnen
   Yapım: 2010 ~ Danimarka,  İsveç
   Tür: Dram,  Gerilim
   En iyi yabancı film dalında Oscar ve Altın Küre ödüllerini alan ve rahatlıkla son zamanlarda izlediklerimin en etkili ve güçlüsü olarak tanımlayabileceğim “Daha İyi Bir Dünyada” filminden bahsediyorum. 
   Filmin Danimarkalı yönetmeni Susanne Bier, Oscar ödülü almasının ardından, “Sadece 5,5 milyon kişi tarafından konuşulan bir dilin tüm dünyaya duyuracak kadar kuvvetli bir sese sahip olmasını sağladığım için mutluyum.” diyor. Kesinlikle haklı, bu benim için gerçekten böyle oldu. 
   Neredeyse hepimizin her gün yaşadığı şeyler üzerinden nefret, intikam, öfke, mücadele gibi kavramları aktardığı gibi onların içini gerçekten dolduruyor, bu kavramlara hakkını veriyor film. 
   Sıradan bir tartışmanın içerisinde reaksiyonlarımız, tepkiselleşmiş, kontrolden uzak ve belirlenimci olur. Dahası bunun farkına bile varmadan bunu bir mücadele etme şekli olarak görüp, intikam duygusunu ya da şiddet eğilimini beslemiş oluruz. Çünkü güçsüz görünmekten nefret ederiz. Bu tüm insanların kötülüklere ve adaletsizliklere kendilerini merkeze koyarak verdikleri tepki şeklidir. Yine şiddeti ve adaletsizlikleri doğurur, doğrular. 
Bu filmin yaptığı, tam orada ve o anda bir çizgi olduğunu keşfetmemiz oluyor. Evet, belli belirsiz bir çizgi… Bizi, kötüye karşı koyarken kötüleşmekten, adaletsizliğe karşı çıkıp adaletsizleşmekten uzaklaştıran bir çizgi… Sudan’da ya da Danimarka’da yaşasak, eğitim durumumuz ne olursa olsun, karşıtımıza benzemekten uzak durmanın yollarını gösteren bir çizgi… Gerçek anlamda güçlü ve cesur, belirlenimcilikten uzak ve adil, kontrollü ve kendine hakim bir dünyayı yaratan bir çizgi… 
Filmi izlerken, bu ağır dramın etkisiyle, hani, nerede daha iyi bir dünya diyorsunuz. İşte tam o çizginin ardında…   

İbn Sina

İbn Sina, 980 yılında, Buhara yakınlarındaki Afşana adlı köyde doğdu. Bir süre sonra ailesiyle Buhara’ya taşındılar. Kur’an ve edebiyat dersleri aldı. 10 yaşına kadar Kur’an ve edebiyatın büyük bir bölümünü öğrenip özümsediğinden kendisine harika çocuk diyorlardı. Filozofların şahı olarak ünlenmiş Ebu Abdullah el-Natili’den ders almış, üstün anlama ve kavrama yeteneği karşısında şaşıran Natili, babasına oğlunun sırf ilimle uğraşmasını tavsiye etmişti. 16 yaşında mantık, fizik ve matematik ve felsefe konularına hakim olmuş, tıp konusunda yazılan kitapları okuyarak ve deneyimli hekimleri gözleyerek kısa süre içinde tıp  konusunda uzmanlaşmış, başka hekimlere ders verecek duruma gelmişti. Anlamadığı, kavrayamadığı bir problem olduğunda camiye gidip dua ediyor ve sorun kafasında berraklaşıncaya kadar kainatın yaratıcısına niyaz ediyordu. Aristoteles’in Metafizik adlı kitabını defalarca okumuş ancak anlayamamıştı. Bir gün camiden dönerken sahaflardan birinin kendisine ısrarla satmaya çalıştığı bir kitabı almış; bu kitap, Farabi’nin Aristoteles’in metafiziğinin amaçları üzerineymiş. Kitabı okuduktan sonra Aristoteles’in metafiziği birden anlaşılır hale gelmiş kendisi için. O yıllarda, Buhara hükümdarı Nuh İbni Mansur’u ciddi bir hastalıktan kurtarmış, bunun üzerine sarayda görevlendirilmiş. Kendisine saray kütüphanesinden yararlanma imkanı verilmiş. 18 yaşına geldiğinde bütün ilimlere hakim olmuş, kendi deyişiyle öğreneceği bir şey kalmamıştı; hayatının bundan sonraki döneminde sahip olduğu bilgileri geliştirip olgunlaştırmıştı sadece.
İbn Sina’nın çalkantılı bir hayatı olmuştur; vezirlik makamına getirildiği zamanlar olduğu gibi hapse atıldığı zamanlar da olmuştur. Bir filozof ve hekim olarak çok verimli bir yaşam geçirmiştir. Yüzden fazla eserinin 40’ı tıp ile ilgilidir. En kapsamlı eserleri arasında “Şifa” ile “el-Kanun fi’t-Tıbb” (Tıbbın Kanunu) sayılabilir. el-Kanun fi’t-Tıbb, Avrupa’da en çok basılan ve çeşitli üniversitelerde ders kitabı olarak okutulan 14 ciltlik bir tıp ansiklopedisi idi. Şifa ise, aynı muazzamlıkta bir felsefe ansiklopedisiydi. İbn Sina, sayısız kişinin hastalığına derman bulmuş, ancak kendisi amansız bir hastalığa yenik düşüp 1037 yılında İsfahan’da vefat etmiştir.
İbn Sina’nın felsefesi, temelde Kuran’a bağlı olmak üzere büyük ölçüde Aristo ve Plotinus’un felsefesine dayanır. İslam felsefesinde Meşşai akımı olarak adlandırılan, doğa felsefesine paralel olarak ortaya çıkan akılcı (rasyonel) temellere sahip felsefe geleneğine tabidir. İbn Sina’nın temel problemlerinden biri İslam teolojisi ile Aristo’nun felsefesini bağdaştırmaktı. Çok sayıda eseri Latince’ye çevrilmiş, batılı filozof ve ilahiyatçılara ilham kaynağı olmuştur. İbn Sina, bugün bile hem doğuda hem batıda büyük bir üstad ve filozof olarak saygıyla anılmaktadır.  

Bergama Kütüphanesi

M.Ö.(197-159)’da Bergama Kralı 2.Eumenes ve 1.Attalos tarafından Bergama’da kurulur. Helenistik çağın İskenderiye Kütüphanesinden sonraki en büyük kütüphanesiydi. Bundan dolayıdır ki aralarındaki rekabet yüzünden Mısır Kralı Bergama’ya papirüs ihracını durdurur.
Bergama Kralı ise papirüs yerine geçebilecek her hangi bir şey bulana büyük ödüller vereceğini duyurur. Sardesli sanatçı Krates oğlak derisinden yapılmış, daha sonra adına parşömen denilen bir örnek getirir. Parşömen için ölmüş oğlak ve kuzu derilerini kullanırlar.
Bergama Kütüphanesinin parşömen sayesinde 200 bin tomar kitabı olur ve Bergama İskenderiye karşısında bilim ve sanatta erişmek istediği yere ulaşmış olur.
Bergama M.Ö.133 de Roma egemenliğine geçer. Romalı bilginler Bergama kütüphanesinde Helen kültürüne ait eşsiz bilgiler bulurlar.
Athena Tapınağı’nın kuzey koridoru arkasında bulunan kütüphane 1880 yılında Akrapol’de yapılan kazılarda Carl Human ve Prof Conze tarafından tekrar gün yüzüne çıkarılmıştır.
Kitaplar nemli havadan korunmak için kuzey ve doğuya konulmuş , raflarla duvar arasında yarım metrelik boşluk bırakılmıştır.Kütüphane içinde tanrıların heykelleri dışında önemli yazar ve şairlerin de heykelleri bulunuyordu.
İskenderiye  Kütüphanesi yazmaları M.Ö.47 yılında Sezar’ın İskenderiye’yi işgali sırasında yanarak yok olur. Sezar’ın ölümünden sonra Bergama iç çatışmalar yüzünden eşsiz kütüphanesini yitirir. Kitaplar MÖ.41 de Antonius tarafından aşık olduğu Mısır kraliçesi Kleopatra‘ya gemilerle taşınarak hediye edilir. Böylece yanan İskenderiye Kütüphanesi’nin yerini doldurmuş olur.Ama yine bir savaş sırasında İskenderiye’ye gelen Bergama kitapları da yanarak yok olur.
Ne yazık ki insanlık tarihinin bu iki büyük bilgi deposu yine insanoğlu tarafından yok edilerek karanlığa gömülmüştür. 

Ayın Kitabı : Teb : Mısır’ın Birleştirici Kalbi

   Mısır hep gizemler ülkesi olmuştur. Bu gizi aralamak için yapılan her yeni keşif yeni soruların kapısını açmaya devam etmektedir. Bilimin ışığında çözülemeyen sorulara Jorge Angel Livraga felsefi bir yaklaşımla yanıtlar arıyor.  Önyargıların yarattığı sisin ardına gizlenen Antik Mısır’ın en önemli şehri TEB’in anlatıldığı kitap görmeye hazır gözlere sesleniyor.
   JAL giriş dışında 10 bölümden oluşan kitabına Michalowsky ve öğrencilerinin hazırladığı Kronolojik Tablo’yla başlıyor. JAL bilimin bize sunduğu bu kronolojideki boşlukları aktararak bizleri “Öteki Tarih”le buluşturuyor. Resmi tarihin kabul ettiği bilgilerdeki boşluğun nedenlerini aktarırken Platon’un söylediklerini referans alıyor. Atlantis’in son kalıntısı, Platon’un da tarif ettiği ve görünüşe göre dünyanın başka yerlerinde de kolonileri bulunan Poseidonis Adası olarak çıkar karşımıza. Buranın ileri düzeydeki kültür ve uygarlığı, şimdikinden çok daha kısa olan ve deltasız olarak akan Nil’in, bugünkü Asyut yakınlarında ve Gizeh yaylası olarak tanıdığımız yörenin kutsal bir ada gibi içinden yükseldiği ve artık yok olmuş Sahra Denizi’ne aktığı Yukarı Mısır’da kök salar.”
Atlantisliler Teb yöresinde Nil’in her iki kıyısında da iki büyük odak noktası geliştirirler. Kıyılardan biri canlılar diğeri ölüler için ayrılmıştır. “Deneyüstü bir birlik, iki Teb’i birbirini tamamlayıcı bir ahenk içinde birleştirmekteydi.”
Zamanın oynadığı oyunlarla Mısır tümüyle bir bilmeceye dönüşmüştür. JAL geçmişten bugüne tarihsel verilerle bilmecenin eksik yanlarının nasıl oluştuğunu anlatıyor.  Kitapta Mısır’la ilgili tarihi bilgiler yanında Antik Mısır’ın metafizik, dini ve felsefi yönlerinin anlatıldığı "Çokluğun Ardındaki Teklik" , "İnsanın İç Yapısındaki ve Doğasındaki Gizem" , "Lahitlerin Okült Anlamları"  gibi bölümlerde yer alıyor.
Bugünden geçmişte var olanları anlamakta zorlanmamızın nedeni önyargılarımızdan arınamamak. Önyargılarımız cehaletimizle birleştiğinde Mısır’ın üzerini kaplayan gizemler koyu bir sis tabakasına dönüşüyor. Bu kitabı okuduğunuzda sisi aralamak için küçük bir adım atma cesaretine sahip oluyorsunuz. JAL’in şu sözleri tüm gizemler için yeni bir bakış açısı için bizleri cesaretlendiriyor. “Yeterli derecede alçakgönüllü olabilirsek yeni fikirler oluşturmaya başlayabiliriz ki bunlar, her zamanki gibi kavisli olan uzay ve zaman içerisinde, binlerce yıl önceki geçmiş fikirlerle aynı noktada buluşacaklardır.”(sf.152)
"Belki de herşey kaybedilmiş değildir ve gelecekte daha az kirlenmiş bir dünyada bir kez daha tinsel bir macera yaşanabilir. Teb fiziksel bir mekan değildir; Teb bir bilinç halidir."(sf.154)    Nurdan Özgür

Kalbin Yargılanması - Mısır

   Eski Mısır’ın kutsal kitabı olan Ölüler Kitabı’nda önemli bir yer tutan bu sahne; ölümden sonra değişik denemelerden geçen ruhun, hayatın ve ölümün tanrısı olan Osiris’in huzuruna çıkmadan önceki son aşamadır. Eski Mısır metinlerine göre, her ölü için söz konusu olacak “tartılma”, Maat'ın "hakikat salonu" denilen salonunda gerçekleşir. Yeraltı âleminin sorumlusu ve Ra'nın gözü sayılan Maat'ın hiyeroglifi, “hakikat, adalet ve doğruluğu” simgeleyen tüydür.
Bu tartılma ve yargılanma sahnesi Mısır resimlerinde, bir kefesinde ölünün kalbi, diğer kefesinde bir tüyün bulunduğu terazi ile temsil edilir. Bu tüy ve kalp sembolizminde tüy sembolü hakikat, adalet ve doğruluğu simgeler, kalp ise dünyada yaşarken tüm yaptıklarını gözünden kaçırmamış olan manevi tanığı vicdanı simgeler. Mısır hiyeroglif yazısında kalp, ters üçgen biçimli bir vazoyla ifade edilir; "hakikat"in hiyeroglifi ise tüydür.
Kalp, yani vicdan eski Mısır metinlerinde Horus'un sesinin duyulduğu yer olarak belirtilir. Mısır metnine göre ise, yargılanma sonucunda kendini temize çıkaramayan ölüler timsah başlı Amenut tarafından yenirler.
Eğer ölü hayatının temiz bir şekilde yaşadığını kanıtlayabilmişse Horus tarafından sütunların koruyucu tanrılarına doğru götürülür, tanrılar katına kabul edilirler. Bazıları ise kısa süre sonra tekrar yeryüzüne doğarlar, bu böyle sürüp gider.