Trompet Aylık Kültür Sanat Bülteni

Trompet Aylık Kültür Sanat Bülteni

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Antik Kentler : PERGE

MÖ 12. yüzyılda kuzey Anadolu’dan güney kıyılarına büyük bir Yunan göçü oldu. Bu gelenler bugünkü modern Antalya şehrinin doğusuna yerleştiler ve bu bölgeye  Eski Yunanca’da ‘Irkların Ülkesi’ anlamına gelen Pamphylia denildi. Perge şehrinin kuruluşunun da MÖ 7.yüzyıl olduğu tahmin edilmektedir ve Pamphylia bölgesinin önde gelen şehirlerinden birisidir. MÖ 333 yılında Büyük İskender’e direnmeyip teslim olduğundan yakılıp yıkılmamıştır.
Perge, Antalya’nın 18 km. doğusunda denizden 12 km. içeride olması bu kenti yaşadığı dönemde korsan saldırılarından korumuştur. Kestros ( Aksu )  Nehri’nin 4 km. batısında, iki tepe arasındaki geniş bir ovanın üzerinde kurulmuştur. Sütunlu cadde ve anıtsal çeşme, Agora (alışveriş merkezi) , Acropolis ( hisar ), Demetrios- Apollonios Zafer Takı, Bazalika, hamam, 12000 kişilik tiyatrosu, 27000 kişilik stadyumu ve şehir giriş kapılarıyla Perge ülkemizde bulunan antik kentlerin en göz alıcı olanlarından biridir. Ayrıca heykeltıraşlık okulu olduğu da bilinmektedir. Bu kentte bulunan bazı heykeller günümüzde Antalya Müzesinde sergilenmektedir. Heykeltıraşlıkta ve şehircilik anlayışında ne kadar ileriye gittikleri , mükemmellik sınırlarını zorladıkları görülmektedir. Aynı zamanda Pergeli kadınların şehir yaşamında aktif olarak her alanda yer aldıkları da bilinmektedir.
İlk arkeolojik kazılar 1946 yılında İstanbul Üniversitesi tarafından başlatılmıştır. Dönem dönem bu çalışmalar devam etmektedir.
Unesco tarafından Geç Klasik, Helenistik ve Roma İmparatorluğu dönemine ait en önemli şehirlerinden biri olarak belirlenmiş olup 2009 yılında Dünya Miras Listesi adaylığına alınmıştır. 

Ayın Filmi : Daha İyi Bir Dünyada

   Orjinal adı: Hævnen
   Yapım: 2010 ~ Danimarka,  İsveç
   Tür: Dram,  Gerilim
   En iyi yabancı film dalında Oscar ve Altın Küre ödüllerini alan ve rahatlıkla son zamanlarda izlediklerimin en etkili ve güçlüsü olarak tanımlayabileceğim “Daha İyi Bir Dünyada” filminden bahsediyorum. 
   Filmin Danimarkalı yönetmeni Susanne Bier, Oscar ödülü almasının ardından, “Sadece 5,5 milyon kişi tarafından konuşulan bir dilin tüm dünyaya duyuracak kadar kuvvetli bir sese sahip olmasını sağladığım için mutluyum.” diyor. Kesinlikle haklı, bu benim için gerçekten böyle oldu. 
   Neredeyse hepimizin her gün yaşadığı şeyler üzerinden nefret, intikam, öfke, mücadele gibi kavramları aktardığı gibi onların içini gerçekten dolduruyor, bu kavramlara hakkını veriyor film. 
   Sıradan bir tartışmanın içerisinde reaksiyonlarımız, tepkiselleşmiş, kontrolden uzak ve belirlenimci olur. Dahası bunun farkına bile varmadan bunu bir mücadele etme şekli olarak görüp, intikam duygusunu ya da şiddet eğilimini beslemiş oluruz. Çünkü güçsüz görünmekten nefret ederiz. Bu tüm insanların kötülüklere ve adaletsizliklere kendilerini merkeze koyarak verdikleri tepki şeklidir. Yine şiddeti ve adaletsizlikleri doğurur, doğrular. 
Bu filmin yaptığı, tam orada ve o anda bir çizgi olduğunu keşfetmemiz oluyor. Evet, belli belirsiz bir çizgi… Bizi, kötüye karşı koyarken kötüleşmekten, adaletsizliğe karşı çıkıp adaletsizleşmekten uzaklaştıran bir çizgi… Sudan’da ya da Danimarka’da yaşasak, eğitim durumumuz ne olursa olsun, karşıtımıza benzemekten uzak durmanın yollarını gösteren bir çizgi… Gerçek anlamda güçlü ve cesur, belirlenimcilikten uzak ve adil, kontrollü ve kendine hakim bir dünyayı yaratan bir çizgi… 
Filmi izlerken, bu ağır dramın etkisiyle, hani, nerede daha iyi bir dünya diyorsunuz. İşte tam o çizginin ardında…   

İbn Sina

İbn Sina, 980 yılında, Buhara yakınlarındaki Afşana adlı köyde doğdu. Bir süre sonra ailesiyle Buhara’ya taşındılar. Kur’an ve edebiyat dersleri aldı. 10 yaşına kadar Kur’an ve edebiyatın büyük bir bölümünü öğrenip özümsediğinden kendisine harika çocuk diyorlardı. Filozofların şahı olarak ünlenmiş Ebu Abdullah el-Natili’den ders almış, üstün anlama ve kavrama yeteneği karşısında şaşıran Natili, babasına oğlunun sırf ilimle uğraşmasını tavsiye etmişti. 16 yaşında mantık, fizik ve matematik ve felsefe konularına hakim olmuş, tıp konusunda yazılan kitapları okuyarak ve deneyimli hekimleri gözleyerek kısa süre içinde tıp  konusunda uzmanlaşmış, başka hekimlere ders verecek duruma gelmişti. Anlamadığı, kavrayamadığı bir problem olduğunda camiye gidip dua ediyor ve sorun kafasında berraklaşıncaya kadar kainatın yaratıcısına niyaz ediyordu. Aristoteles’in Metafizik adlı kitabını defalarca okumuş ancak anlayamamıştı. Bir gün camiden dönerken sahaflardan birinin kendisine ısrarla satmaya çalıştığı bir kitabı almış; bu kitap, Farabi’nin Aristoteles’in metafiziğinin amaçları üzerineymiş. Kitabı okuduktan sonra Aristoteles’in metafiziği birden anlaşılır hale gelmiş kendisi için. O yıllarda, Buhara hükümdarı Nuh İbni Mansur’u ciddi bir hastalıktan kurtarmış, bunun üzerine sarayda görevlendirilmiş. Kendisine saray kütüphanesinden yararlanma imkanı verilmiş. 18 yaşına geldiğinde bütün ilimlere hakim olmuş, kendi deyişiyle öğreneceği bir şey kalmamıştı; hayatının bundan sonraki döneminde sahip olduğu bilgileri geliştirip olgunlaştırmıştı sadece.
İbn Sina’nın çalkantılı bir hayatı olmuştur; vezirlik makamına getirildiği zamanlar olduğu gibi hapse atıldığı zamanlar da olmuştur. Bir filozof ve hekim olarak çok verimli bir yaşam geçirmiştir. Yüzden fazla eserinin 40’ı tıp ile ilgilidir. En kapsamlı eserleri arasında “Şifa” ile “el-Kanun fi’t-Tıbb” (Tıbbın Kanunu) sayılabilir. el-Kanun fi’t-Tıbb, Avrupa’da en çok basılan ve çeşitli üniversitelerde ders kitabı olarak okutulan 14 ciltlik bir tıp ansiklopedisi idi. Şifa ise, aynı muazzamlıkta bir felsefe ansiklopedisiydi. İbn Sina, sayısız kişinin hastalığına derman bulmuş, ancak kendisi amansız bir hastalığa yenik düşüp 1037 yılında İsfahan’da vefat etmiştir.
İbn Sina’nın felsefesi, temelde Kuran’a bağlı olmak üzere büyük ölçüde Aristo ve Plotinus’un felsefesine dayanır. İslam felsefesinde Meşşai akımı olarak adlandırılan, doğa felsefesine paralel olarak ortaya çıkan akılcı (rasyonel) temellere sahip felsefe geleneğine tabidir. İbn Sina’nın temel problemlerinden biri İslam teolojisi ile Aristo’nun felsefesini bağdaştırmaktı. Çok sayıda eseri Latince’ye çevrilmiş, batılı filozof ve ilahiyatçılara ilham kaynağı olmuştur. İbn Sina, bugün bile hem doğuda hem batıda büyük bir üstad ve filozof olarak saygıyla anılmaktadır.  

Bergama Kütüphanesi

M.Ö.(197-159)’da Bergama Kralı 2.Eumenes ve 1.Attalos tarafından Bergama’da kurulur. Helenistik çağın İskenderiye Kütüphanesinden sonraki en büyük kütüphanesiydi. Bundan dolayıdır ki aralarındaki rekabet yüzünden Mısır Kralı Bergama’ya papirüs ihracını durdurur.
Bergama Kralı ise papirüs yerine geçebilecek her hangi bir şey bulana büyük ödüller vereceğini duyurur. Sardesli sanatçı Krates oğlak derisinden yapılmış, daha sonra adına parşömen denilen bir örnek getirir. Parşömen için ölmüş oğlak ve kuzu derilerini kullanırlar.
Bergama Kütüphanesinin parşömen sayesinde 200 bin tomar kitabı olur ve Bergama İskenderiye karşısında bilim ve sanatta erişmek istediği yere ulaşmış olur.
Bergama M.Ö.133 de Roma egemenliğine geçer. Romalı bilginler Bergama kütüphanesinde Helen kültürüne ait eşsiz bilgiler bulurlar.
Athena Tapınağı’nın kuzey koridoru arkasında bulunan kütüphane 1880 yılında Akrapol’de yapılan kazılarda Carl Human ve Prof Conze tarafından tekrar gün yüzüne çıkarılmıştır.
Kitaplar nemli havadan korunmak için kuzey ve doğuya konulmuş , raflarla duvar arasında yarım metrelik boşluk bırakılmıştır.Kütüphane içinde tanrıların heykelleri dışında önemli yazar ve şairlerin de heykelleri bulunuyordu.
İskenderiye  Kütüphanesi yazmaları M.Ö.47 yılında Sezar’ın İskenderiye’yi işgali sırasında yanarak yok olur. Sezar’ın ölümünden sonra Bergama iç çatışmalar yüzünden eşsiz kütüphanesini yitirir. Kitaplar MÖ.41 de Antonius tarafından aşık olduğu Mısır kraliçesi Kleopatra‘ya gemilerle taşınarak hediye edilir. Böylece yanan İskenderiye Kütüphanesi’nin yerini doldurmuş olur.Ama yine bir savaş sırasında İskenderiye’ye gelen Bergama kitapları da yanarak yok olur.
Ne yazık ki insanlık tarihinin bu iki büyük bilgi deposu yine insanoğlu tarafından yok edilerek karanlığa gömülmüştür. 

Ayın Kitabı : Teb : Mısır’ın Birleştirici Kalbi

   Mısır hep gizemler ülkesi olmuştur. Bu gizi aralamak için yapılan her yeni keşif yeni soruların kapısını açmaya devam etmektedir. Bilimin ışığında çözülemeyen sorulara Jorge Angel Livraga felsefi bir yaklaşımla yanıtlar arıyor.  Önyargıların yarattığı sisin ardına gizlenen Antik Mısır’ın en önemli şehri TEB’in anlatıldığı kitap görmeye hazır gözlere sesleniyor.
   JAL giriş dışında 10 bölümden oluşan kitabına Michalowsky ve öğrencilerinin hazırladığı Kronolojik Tablo’yla başlıyor. JAL bilimin bize sunduğu bu kronolojideki boşlukları aktararak bizleri “Öteki Tarih”le buluşturuyor. Resmi tarihin kabul ettiği bilgilerdeki boşluğun nedenlerini aktarırken Platon’un söylediklerini referans alıyor. Atlantis’in son kalıntısı, Platon’un da tarif ettiği ve görünüşe göre dünyanın başka yerlerinde de kolonileri bulunan Poseidonis Adası olarak çıkar karşımıza. Buranın ileri düzeydeki kültür ve uygarlığı, şimdikinden çok daha kısa olan ve deltasız olarak akan Nil’in, bugünkü Asyut yakınlarında ve Gizeh yaylası olarak tanıdığımız yörenin kutsal bir ada gibi içinden yükseldiği ve artık yok olmuş Sahra Denizi’ne aktığı Yukarı Mısır’da kök salar.”
Atlantisliler Teb yöresinde Nil’in her iki kıyısında da iki büyük odak noktası geliştirirler. Kıyılardan biri canlılar diğeri ölüler için ayrılmıştır. “Deneyüstü bir birlik, iki Teb’i birbirini tamamlayıcı bir ahenk içinde birleştirmekteydi.”
Zamanın oynadığı oyunlarla Mısır tümüyle bir bilmeceye dönüşmüştür. JAL geçmişten bugüne tarihsel verilerle bilmecenin eksik yanlarının nasıl oluştuğunu anlatıyor.  Kitapta Mısır’la ilgili tarihi bilgiler yanında Antik Mısır’ın metafizik, dini ve felsefi yönlerinin anlatıldığı "Çokluğun Ardındaki Teklik" , "İnsanın İç Yapısındaki ve Doğasındaki Gizem" , "Lahitlerin Okült Anlamları"  gibi bölümlerde yer alıyor.
Bugünden geçmişte var olanları anlamakta zorlanmamızın nedeni önyargılarımızdan arınamamak. Önyargılarımız cehaletimizle birleştiğinde Mısır’ın üzerini kaplayan gizemler koyu bir sis tabakasına dönüşüyor. Bu kitabı okuduğunuzda sisi aralamak için küçük bir adım atma cesaretine sahip oluyorsunuz. JAL’in şu sözleri tüm gizemler için yeni bir bakış açısı için bizleri cesaretlendiriyor. “Yeterli derecede alçakgönüllü olabilirsek yeni fikirler oluşturmaya başlayabiliriz ki bunlar, her zamanki gibi kavisli olan uzay ve zaman içerisinde, binlerce yıl önceki geçmiş fikirlerle aynı noktada buluşacaklardır.”(sf.152)
"Belki de herşey kaybedilmiş değildir ve gelecekte daha az kirlenmiş bir dünyada bir kez daha tinsel bir macera yaşanabilir. Teb fiziksel bir mekan değildir; Teb bir bilinç halidir."(sf.154)    Nurdan Özgür

Kalbin Yargılanması - Mısır

   Eski Mısır’ın kutsal kitabı olan Ölüler Kitabı’nda önemli bir yer tutan bu sahne; ölümden sonra değişik denemelerden geçen ruhun, hayatın ve ölümün tanrısı olan Osiris’in huzuruna çıkmadan önceki son aşamadır. Eski Mısır metinlerine göre, her ölü için söz konusu olacak “tartılma”, Maat'ın "hakikat salonu" denilen salonunda gerçekleşir. Yeraltı âleminin sorumlusu ve Ra'nın gözü sayılan Maat'ın hiyeroglifi, “hakikat, adalet ve doğruluğu” simgeleyen tüydür.
Bu tartılma ve yargılanma sahnesi Mısır resimlerinde, bir kefesinde ölünün kalbi, diğer kefesinde bir tüyün bulunduğu terazi ile temsil edilir. Bu tüy ve kalp sembolizminde tüy sembolü hakikat, adalet ve doğruluğu simgeler, kalp ise dünyada yaşarken tüm yaptıklarını gözünden kaçırmamış olan manevi tanığı vicdanı simgeler. Mısır hiyeroglif yazısında kalp, ters üçgen biçimli bir vazoyla ifade edilir; "hakikat"in hiyeroglifi ise tüydür.
Kalp, yani vicdan eski Mısır metinlerinde Horus'un sesinin duyulduğu yer olarak belirtilir. Mısır metnine göre ise, yargılanma sonucunda kendini temize çıkaramayan ölüler timsah başlı Amenut tarafından yenirler.
Eğer ölü hayatının temiz bir şekilde yaşadığını kanıtlayabilmişse Horus tarafından sütunların koruyucu tanrılarına doğru götürülür, tanrılar katına kabul edilirler. Bazıları ise kısa süre sonra tekrar yeryüzüne doğarlar, bu böyle sürüp gider.           

3 Haziran 2011 Cuma

Ağız Hijyeni

Ağız hijyeni, diş ve çevre dokularının hastalık yapıcı etkenlerden arınmış, temiz ve sağlıklı bir görünüme sahip olmasıdır. Ağız bölgesi, sindirim sistemimizin giriş bölgesi olduğundan bu bölgenin hijyeni, sindirim sistemimizin geri kalan bölümlerinin ve dolayısıyla tüm vücudumuzun sağlığı açısından çok önemlidir. Sağlıklı bir ağız, şöyle bir görünüme sahiptir:
Sağlıklı dişetleri pembe renktedir; koyu kırmızı, kanamalı, şişkin veya çekilmiş bir dişeti sağlıklı bir dişeti değildir.
Dişler temiz görünümlü olmalıdır; bakteri plağı, çürük, diştaşı gibi oluşumlar olmamalıdır.
Ağızda kötü bir koku olmamalıdır.
Dilde pas ve çatlaklar, ağız içinde yara ve ağrılı bölgeler olmamalıdır.
Ağız hijyeni için günlük kişisel bakım şarttır. Bunun yanında kişinin 6 ayda bir dişhekimine gidip kontrol yaptırması da gelişebilecek problemlerin erken safhada tespit edilip minör girişimler ile tedavi edilmesi veya önlenmesi açısından önemlidir. Ağız hijyeni için dikkat edilmesi gereken noktalar şunlardır:
Dişler günde en az iki kere (sabah kahvaltısından sonra ve gece yatmadan önce olmak üzere), 2-4 dak kadar sürede, bütün diş yüzeylerinin temiz olduğundan emin oluncaya kadar, yumuşak dairesel hareketlerle fırçalanmalıdır. Diş fırçası, diş yüzeyine 45 derecelik açıyla yerleştirilerek dişetinden ağız boşluğuna doğru süpürme hareketi ile kullanılmalıdır.
Genellikle orta sertlikte bir diş fırçası, çoğu kişi için uygundur. Diş macununun da florür içerikli olması tercih edilir; piyasadaki bütün diş macunları florür içerikli olduğundan herhangi biri tercih edilebilir, ancak isminde “Tam Koruma” gibi bazı ifadeler olan diş macunlarında çeşitli beyazlatıcı ve mikrop öldürücü katkı maddeleri olduğundan daha faydalı olabilir.
Diş fırçası etkin bir şekilde kullanılsa da diş aralarının temizliği eksik kalabilir. Bunun için diş ipi kullanımı uygundur. Bunun yanında diş aralarını da temizleyen jel formunda diş macunları veya dişhekiminizin tavsiye ettiği bir ağız gargarası da kullanılabilir.
Ağızdaki bakterilerin %80’i dişler üzerinde değildir, bu nedenle dişler fırçalandıktan sonra dişetleri, yanakların iç kısımları, damak ve özellikle dil de fırçalanmalıdır.             

Ergin Yılmaz

Atölye'mizden : Akhilleus


Homeros'un İlyada Destanı hemen hemen Akhilleus'un destanı gibidir. Akhilleus ölümlü Peleus ile Nereidlerden su perisi Thettis'in oğludur. Tehettis deniz tanrıçasıdır.
Tanrı Zeus Thettis'in güzelliğinden dolayı onunla evlenmek istedi. Ancak Tanrı'lar Zeus'e Thettis'in ölümlü Peleus ile evlenmesini istediler. Peleus dindar bir babanın, Aiakos'un oğludur.
Peleus ile Thettis’in evliliğinden olan çocuklarının altısını Thettis, gizlice öldürmüştü. Yedinci çocukları olan Akhilleus'u da aleve tutarak öldürmeye teşebbüs ederken Peleus çocuğu Thettis'in elinden kurtardı. Peleus yaralı küçük çocuğu hekimlikte büyük üstat olan Kheiron'a götürdü. Dudakları ve sağ ayağının aşık kemiği yanmış olan Akhilleus'un bakımının uzun süreceğini söyleyince çocuğunu büyütmesi için Kheiron'a bıraktı. Akhilleus'un çok hızlı koşmasının sebebi ünlü bir devin iskeletinden kemik alarak yanık kemikle değiştirmesinden kaynaklandığı söylenir. Kherion, Akhilleus’a binicilik, at yetiştirme, saz çalıp söyleme, güzel konuşma, araba sürme , her türlü silahlı ve silahsız savaş tekniği dersleri verdi. Bütün bunların yanında Akhilleus'a erdemli olmayı ve hekimliği de öğretti.
Bir başka efsanede şöyledir: Thettis, Akhilleus bebekken onu kendisi gibi ölümsüz yapabilmek umuduyla Styx Nehrine batırıp çıkardı. Bu nehrin suları insan vücudunu yaralanamaz bir vasfa sahip olmasına sebep oluyordu. Ancak çocuğu topuğundan tutarak nehre batırdığından topuğundan vurulduğu anda ölebileceği anlatılıyor.
Akhilleus Myrmidon'lar ve efsanevi iki atıyla birlikte (Xanthos ve Balios) Truva savaşına geldi. Uzun süren savaşın sonlarına doğru önceden de bilindiği gibi topuğundan Komutan Paris'in okuyla yaralanıp ölmüştür. Yunanlılar Akhilleus'u deniz kenarında yapılan bir mezara Akhilleus'un küllerini bir kaba koyarak gömdüler. 
          Aziz Cizrelioğulları

Ayın Kitabı : Simyacı

ÖZGÜRLÜĞÜ ÖLDÜREN ENGİZİSYON   


   Kimyaya kendini adamış bir bilim adamı olan Pablo Simon ‘un, Engizisyon terörüne karşı bilgeliği korumak ve yaşatmak üzere kurulmuş olan Hermetik Kardeşlik’le tanışmasıyla başlar.

   Laboratuarında elementler ve bileşikler üzerinde çalışırken ‘Sanki bu madde büyük bir ruhmuş gibi kendi içinde binlerce kristale ayrılıyor. Sonra bunlar yine birleşip ana maddeye dönüşüyor ve bu süreç böyle devam edip gidiyor. Ta ki katışıksız saydam tek bir sıvı kalıncaya kadar’ sonucuna varan bir kişinin de Bilgelik Kardeşliğiyle tanışması da şaşırtıcı olmasa gerek.

    Engizisyon Loca üyelerinin baskısıyla Doğuya yolculuğa çıkmak zorunda kalır. Kendi bilgelik yolunda çok şeyler öğrenen Pablo Simon, hep rüyalarında birsini beklediğini görür ve bunu ruhunda hisseder. Bu kişi kilisenin dogmalarına tehdit oluşturan batılı filozof Giordano Bruno’dur.
    
Pablo Simon, Giordano Bruno sayesinde asıl görevini yeniden hatırlar ve tekrar Avrupa’ya dönerek Hermetik Kardeşilik’e katılır.

        Giordano Bruno’nun mahkum edilmesi üzerine kontrol etmeyi öğrendiği nefret ve öfke duygularına engel olamaz Pablo Simon. Giordano Bruno’yu kaçırmaya kalkışır.
     
     Giordano Bruno’nun, ’Eğer engizisyoncuların yöntemlerini kullanır bizde onlar gibi şiddet ve hileye başvurursak er ya da geç onlar gibi oluruz’ sözüyle kendine gelir, kendini arındırır.

        Engizisyon mahkemesi tarafından bir çok filozof gibi yakılarak öldürülen Giardano Bruno, ‘Piombi denilen bu yerde gömdükleri ben değilim, gelecek yüzyıllarda yeşerecek olan mütevazı bir felsefe tohumudur’ diyerek bilgeliğini özetlemiştir.                        

Mehtap Alataş

Okul Onların, Gelecek Hepimizin!

"Okul Onların, Gelecek Hepimizin" sloganıyla 2006 yılında Aktiffelsefe Bursa tarafından başlatılan macera sürüyor. O günden bu yana Bursa'nın dağ köylerinden 10'unda köy okulları onarıldı, yenilendi. Kampanyaya destek olan tüm duyarlı vatandaşlarımızın ve kurumların katkısı, Aktiffelsefe üyelerinin elleriyle gerçeğe taşındı. Sıralar zımparalandı, duvarlar ve kapılar boyandı, çatılar aktarıldı, tuvaletler yenilendi, Atatürk büstleri dikildi ve irili ufaklı daha pek çok işin sonunda zaferin ve gönüllülüğün birleştirici gücünü hissettik. Okul onlarındı, evet ve gelecek hepimizindi. Geleceği inşa ediyorduk. Daha iyi koşullarda eğitimin sürdürülebileceği bir geleceği...

Aktiffelsefe Bursa şimdi de kampanyayı farklı bir noktayı temel alarak sürdürüyor. Artık onları sadece fiziksel olarak değil, gelişimsel olarak da desteklemek için kolları sıvamış durumdalar. Bu kapsamda henüz bir kitaplığı olmayan Keles’in Delice Köyü İlkokulu’nda kitaplık kurulacak, karne hediyesi olarak oyuncaklar hediye edilecek ve öğrencilerimizin velilerine, onları daha duyarlı anne ve babalar olma yolunda destekleyecek ve Aktiffelsefe üyelerinin hazırladığı skeçlerle de zenginleştirilmiş bir Anne Baba eğitimi sunulacak. 
4 Haziran Cumartesi günü sonuçlandırılacak olan bu kampanyaya sizler de iki farklı yoldan katılabilirsiniz. 

1. Çocukların yaş aralığına uygun olması açısından özellikle boyama kitapları, 100 Temel Eser ile Türk ve Dünya Klasikleri arasında yer alan 6-10 yaş arası çocuklar için uygun kitaplarınızı,
  
2. Karne hediyesi olarak dağıtılmak üzere kullanılmış fakat iyi durumda olan oyuncaklarınızı,
  
Aktiffelsefe Bursa’ya ileterek kampanyaya siz de katılabilirsiniz.

Gerekli durumlarda tamir edilmek ve temizlenerek karne hediyesi olarak çocuklarımıza sunmak üzere, özellikle kullanılmış oyuncakların tercih edilmesinin nedeni, öğrencilerimizde geri dönüşüm ve paylaşım bilinci yaratılmak istenmesidir. Çocuklarımızın oyuncaklarını dikkatli kullanıp, büyüdüklerinde tıpkı bu kampanyadaki gibi küçüklerine hediye etmesi amaçlanmakta. 
Ayrıca duyarlı anne babalara dönüşme yolunda hazırlanan küçük oyunlarla birlikte velilere yönelik eğitimlerin verileceği, kitapçıkların dağıtılacağı bu kampanyada katkısı olan herkesi şimdiden tebrik ediyoruz.
  

Ayın Filozofu : Marcilio Ficino

Marcilio Ficino
(19 Ekim 1433-1 Ekim 1499)
Ortaçağ’dan Rönesans’a geçişte bir ışık

Rönesans’ın  var oluşunda önemli rol oynaya Ficino her şeyden önce bir filozof ve aynı zamanda bir eğitimci doktor, müzisyen ve rahipti.
Rönesans’ın ilk yıllarından itibaren Ortaçağ Skolastik Felsefesine karşı olan tavır, 1438'de (15.yy), Platon'un coşku derecesinde hayranı olan ve bütünüyle Doğu Hıristiyanlığının zihniyetini taşıyan Georgios Gemistos Plethon’un (1355-1450) Cosimo Medici'nin sarayına gelerek bir Platon Akademisi kurmaya onu ikna etmesiyle sistemli çalışmalara dönüşecektir. Cosimo'dan sonra Medici ailesinin temsil eden Lorenzo Medici ve Juliano  Medici dönemlerinde Floransa'da söz konusu Akademi etkinlik sağlamaya başlar. Platoncuların bir toplanma mekanı olan Akademi sadece İtalya'da değil, bütün Avrupa'nın bilim çevrelerine Platon üzerine ortaya çıkan incelemeleri yaygınlaştırmaya başlar. Plethon'un öğrencileri arasında, Özellikle Trabzonlu kardinal Basilius Bessarion (1403-1472), ve Marsilio Ficino vardır.
Marcilio Ficino’nun babası Medici ailesiyle yakınlığı olan başarılı bir cerrahtır. Oğlunu Floransa’daki Bologna Üniversitesine göndererek doktor olmasını ister. Bunun sonucunda Marcilio Ficino Cosimo Medici’yle tanışır. Tıp eğitiminin yanında felsefe çalışmaya başlar. 23 yaşında, 1456 yılında Platon Akademisine katılır. Ficino’nun yeteneği Akademi’nin yöneticisi Cosimo tarafından keşfedilir ve Platon Akademisi’ne müdür olarak seçilir. Cosimo’nun Ficino’ya Platon’u kendi dilinde okumasını önermesi üzerine Yunanca öğrenir. Ficino çalışmalarına Hermes Trismegistus’a atfedilen eserleri Latinceye çevirerek başlar. Daha sonra Platon ve Plotinus’un tüm eserlerini Latinceye çevirir.
Florensalı Ficino ve platonik akademisi Rönesans’a zihinsel ve tinsel ilham kaynaklarını kazandırdı. Platon ile insandaki ilahi kökeni yeniden ortaya çıkardı. Ficino ve akademisi etrafında buluşmuş düşünürler Lorenzo dé Medici, Alberti, Poliziano, Landino, Pico della Mirandola dönemin en parlak grubunu meydana getirmiş ve Rönesans’ın bedenleşmesini sağlamışlardır. Doğrudan Ficinio’dan ilham alan büyük Rönesans sanatçıları Boticelli, Michelangelo, Raphael, Titian, Dürer ve diğerleri de yenilenmeyi sanat alanına taşımışlardır. Görsel sanatlar  Ficino için çok önemliydi; çünkü ruha, ilahi dünyadaki kökenini hatırlatma işlevini taşıyorlardı. Böylece Florensa’da resmin önemi artmıştır.  Müzisyen olarak hedefi, insanın en yüksek duygularından olan kendini adamayı ortaya çıkarmaktı ve böylece çağdaşları onun olağanüstü etkisini tanıdı. Botticelli’nin İlkbahar’ını yakından etkileyen kişiydi.
Akademideki toplantılara katılanlara klasik felsefeyi öğretti. 131 mektubu bu toplantılarla ilgili bize bilgi verebilir. Kurduğu bu topluluk tinsel bir aile gibidir, topluluğun üyeleri birbirine sevgi ile bağlıdır ve Rönesans’ın ortaya çıkışının en güçlü nedenlerinden biri olmuşlardır.
Ficino 1473’te Floransa Katedrali’nin rahibi oldu. Rahiplik onun için en büyük işti; çünkü Tanrı’nın yerinde, O’nun işini insanların arasında yapmak anlamını taşıyordu. Ona göre insan ruhu tanrıdan türemiştir ve sonra yine ona dönecektir. Evren en başında Bir olanın bulunduğu bir basamaklar ülkesidir ve tüm bağlar insanda düğümlenir ve bu sayede insanda bilmek gücü vardır.
Ficino 15.yy’ın sonlarına doğru Eflatun, Plotinus, Hermes Trismegistus’un antik majisini yeniden ortaya çıkararak Ortaçağ Avrupası’nın fikir dünyasında bir zelzele yarattı. 
      
Nurdan Özgür